AĞUSTOS’UN ZENGİNLİĞİ

AYIN SEÇKİSİ

AĞUSTOS’UN ZENGİNLİĞİ

Atatürk gerçekten “Troya’nın intikamını aldık” dedi mi, bilmiyorum. Ama 30 Ağustos’un, çok büyük anlam taşıdığı, tarihin en büyük gerçeklerinden biri.

Biricik Atatürk’ümüze yakıştırılan “Troya’nın intikamını aldık” sözü, 30 Ağustos’tan sonra söylenmiş olmalı. Yedi düvel kalktı geldi, topla, tüfekle, cılız ve kara kuru, üstelik Balkan Harbi’nden beri genç nüfusu da pek kalmamış insanların oluşturduğu Anadolu’ya geldi, dönemin en gelişmiş silahlarını, cephanelerini kullandı… Sonra da o kara kuru insanlar, onlara öyle bir tokat attı ki, hayatının dersini alıp yüzerek uzaklaştı! Agamemnon kumandası altında “karşı kıyıdan gelen” o çok eski zamanların yedi düveli de Anadolu halkından aynı tokadı yemiş, ama Akhalar, Odysseus’un kurnaz hediye atı ile Troya’nın içine sızıp, herkesi kılıçtan geçirmişlerdi. Eh, intikam diye bir şey varsa, gerçekten de bu olmalı! Birinci Troya Savaşı’nda, Troya halkının yardımına Anadolu’nun dört bir yanından halklar gelmişti, bunu tarih söylüyor. İkinci Troya Savaşı’nda (yani bizim bildiğimiz Çanakkale Savaşı’nda) yine Anadolu’nun her yerinden gelen ve adına “Mehmetçik” dediğimiz, bu toprağın insanları savunmuştu vatanı. Kurtuluş Savaşı’nda alınmış bir intikam. Mantıksız mı? Artık gerisi yorum tabii.

30 Ağustos’u en güzel anlatan kitaptır Nazım’ım Kuvâyi Milliye’si. Hele şu dizeler yok mu, hatırlamadan geçmemeli:

“Dağlarda tek tek ateşler yanıyordu.
Ve yıldızlar öyle ışıltılı, öyle ferahtılar ki
şayak kalpaklı adam
nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden
            güzel, rahat günlere inanıyordu
ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında,
birdenbire beş adım sağında onu gördü,
Paşalar onun arkasındaydılar.
O, saati sordu.
Paşalar: “Üç” dediler.
Sarışın bir kurda benziyordu.
Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.
Yürüdü uçurumun başına kadar,
eğildi, durdu.
Bıraksalar
ince, uzun bacakları üstünde yaylanarak
ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak
Kocatepe’den Afyon Ovası’na atlıyacaktı.”
 

MERCAN DEĞİL MİRCAN

Bu ay, fırtınalar açısından çok zengin bir ay değil. (Çivisini çıkarttığımız sıradışı havalar, yazının dışında ne yazık ki.) Zira 14, 17 ve 20 Ağustos’ta iki gün esmesi beklenen isimsiz üç fırtınaya ilaveten dördüncü ve ismi olan tek fırtına Mercan Fırtınası. Pek çok kaynakta mercan diye geçen adı ne yazık ki yanlış. Ya da, yanlış demeyelim de, fazla bozulmuş diyelim. Malum, sözcükler, sesler zaman içinde bozularak şekil değiştiriyor. Mercandan ziyade mircan olmalıydı. Onun da aslı astarı, Farsça “mihrgân”dan gelir ve anlamı “sonbahar”dır. Sözcük aynı zamanda, eski İranlıların nevruzdan sonraki ikinci büyük bayramlarını tanımlar. Bayram, yedinci güneş ayının on altıncı gününe rastlar. Ancak anlaşılabildiği kadarı ile bu on altıncı günün, bizim fırtınamızla bir ilgisi yok. Zira yedinci güneş ayı, eski İranlıların kullandığı Celali Takvimi’nde 23 Eylül – 22 Ekim aralığındaki “Mehr” ayıdır

Bu da demek oluyor ki bizde, bu fırtınaya, sonbaharın gelişini işaret eden fırtına anlamında “mihrgân”ın, Arapça söylenişi olan “mihr-can” adı konmuş. Yani, bu fırtınanın mercan balığı ile hiçbir ilgisi yok. Zira onu da araştırdım ve gördüm ki, güzelim mercan balığının hayatında ağustos ayının hiçbir önemi yok.  Daha ziyade bahar ayları ile ilintili kendileri!

KARINCANIN HÜZNÜ

Atalarımız demiş ki, “ağustosta beyni kaynayanın, zemheride kazanı kaynar.” Tabii, ağustos, tarlada yoğun çalışma ayıdır. İnsanın sıcaktan beyni sulanır. Ama işini hakkıyla yapan kişi de kışın bu emeğinin karşılığını görür, aç kalmaz. Aslında tipik bir karınca ile ağustosböceği öyküsü. La Fontaine(La Fonten) abimiz acaba bizim atasözünden mi esinlenmiş?

Tabii her öykünün olduğu gibi bunun da bir diğer yüzü olmalı. Belki bilirsiniz, ama yaz neşesi olsun diye tekrarlayalım:

Ağustosböceği bütün yazı şarkı türkü söyleyerek geçirir. Karınca ise kış için durmadan hazırlık yapmakta, kan ter içinde yuvasına yiyecek depolamaktadır. Bir gün ağustosböceği keşfedilir ve ünlü bir şarkıcı olur. Karıncanın kapısını çalar: “Karınca kardeş, merhaba. Ben Paris’e turneye gidiyorum. Var mı bir isteğin?” diye sorar. Karınca da, boynunu büküp der ki: “Olmaz mı?.. Orada La Fontaine denen bir budala var. Ona benden selam söyle. O anlar!

Evet efendim, bir başka atasözü ile mircan fırtınamızı kaynaştırarak sona yaklaşalım isterseniz. “Ağustosun yarısı yaz, yarısı kıştır.” Demek “mircan” lafı boşuna söylenmemiş!

Tayfun TİMOÇİN